Aralık 21, 2008

koma


gölgelerin arasından süzülüyor...yavaşca ve hissettirmeden...
sisli dağların yığıldığı yeryüzü parçasında durup, o eşsiz yalnızlığıyla işteş uzattığı kelimeler gökleri dürüyor, kıyametten önce...
toz duman yığılı bu ağaçlık: eşik gibi hayallere,
sis...

benzetmeye çalışıyorum yine...

insan bir şeyi öğrenmeden onu birşeylere benzetir...benzeterek öğrenir..sanıyorum öyle ...
ölüme tariflenen duraklar-benzetilenler yani- etrafındaki tavaflar da kendini alıştırmadır duraklardan ölümler biriktirerek...

zira olay bu: hep daha iyi sonlar için profesyonelleşmek...durarak sindirerek, süreci zenginleştirmek ve bir o kadar da bayağılaştırmak...

şu oyunbozucu hayaller de olmasa mükemmel ölümle yüzleşmek hiç de yaralamayacak son raddede...son ana kadar içselleşen en büyük son, yerçekimsiz ortamda bir tüy kadar naif ve kibar bir biçimde süzülecek...acıtmadan...narince okşayarak saçlarımı göğsüne yaslayacak...

ama işte şaka gibi, hiç'lik vaadindeki oyalayıcı hayaller yıldız denizimde minik güneşleri yüzdürüyor...
akıl mı?
tabii ki uykuda...mışıl mışıl...
deliliğe vurup akıllılığa sırt dönüp bile bile ladeslemek, daha çok çamurlu su sıçratsın diye inatla arabaların dibinden yürümek...meşruiyet mi kazanılıyor böyle olunca...

gidiş ve geliş...
aynı anda hem orda hem burda olabilmek azap veriyor bi yerden sonra...doğrusu bu...
"dayanılmaz yumuşaklıktaki iç"im bu denli zamansal değişimlere açık değil...
bu yüzden midem bulanıyor...
ama senelerdir ol'an bu...bulantıdan haz alır hale mi geldim, neyin müptelalığı bu?

lamba sönüyor,
eskimiş kelimelerde ruhumu yüzdürüyorum...
lamba yanıyor,
alışılmışyeniliklerde tensel uyumsuzluklarımı güldürüyorum...zorla...

orda o,
o olan ben-ler
etrafında dönüp duran leş yiyicilerine cımbızlayıp peyderpey atıyor kendisini...kendilerini...

peyderpey eksilmek acımak yerine istediğim:
etrafa bakmak/bakınmak...
sadece etrafa bakmak istiyorum...
altyazısız...
sadece bakmak...
komaya giren cümlelerin ve cümle düşüncelerin titreşimlerinden uzakta bomboş bakmak...
hiçbir şeyi bir şeye benzetmeden, benzetme ihtiyacı duymadan, bilmek istemeden bomboş bakmak...ve arınmak...
çok şey...
biliyorum...

Aralık 11, 2008

şaka

yine dönüp varıyor bir şeyler yoluma,
yine çıktım derken batıyorum günaha...
yine köpürterek giyindiğim denizlerime ekleniyor bir yenisi daha...
bir oyun gibi başlayıp ilahi bir kar gibi yağıyor kızıl damarlarıma...
ahh yok mu bu öldüren, bu çürüten, bu her daim aşık eden beyazlık...
tertemiz us-suzluk...

zamanın parçalanışı ya da virane ruhlar iklimi...
yine parça parça...kaderli lanet ya da lanetli kader ikileminden çıkarsanması gereken hallerle birlikte yine kapımda,
yine...
elini uzatıp kalbimi okşayan bu varlık med cezir gibi...ve varlığın varoluşu bir oyunun başlangıcından sanki...bu yüzden korkuyorum...
süzemiyorum...
gelişlerinde bereket, gidişlerinde çöllerin birikmesi...içinden yeşil parlak nehirlerin aktığı koyu kıvamlı mağaraların ihtişamı ve korkutuculuğu...bi oyun arası mı dengenin vücud bulması mı...
yardım dilenen her bir zerreme bir cevap istiyorum, çok, biliyorum...

köpüren bu gökyüzü denizi, köpüren yıldızların doğuşu ölüm gibi...
elimi uzatınca varamadığım o sabit mesafe...
kalbimden çıkıp, dallanıp, çoğalıp bükülmeden kalan,
her dalın ucunda nefes aralıklarıma meyveye duran, nefeslerimi saklayan bu ağaç yine yeşermeye başlıyor:
şaka ...
şaka olmalı...
yine şakasını yapmalı...mı...

kabar kabar kabarıp gülmeye durarken ağlayan bu bakışın kör noktası ve
mışıl mışıl mışıldarken hayalin orta yerindeyken göçük altında kalış çok tanıdık ve tahammül edilemez bir aralıktan söylüyor ilahiyane şarkısını...

duymak istiyorum ama eklemsiz dallarımın uçlarında birikip beni bulamayan nefeslerim izin vermiyor buna...
tüm yaşam belirtileri aynı mesafe uzaklığında...
yine...
şaka...

Kasım 21, 2008

sefi'lik

sefi: şiddetlice tutup çekme

tutunup/tutulup çekme, kendine katma, amiyane tabirle siz insanlar arasında cılkını çıkarma olarak geçen aşık olma durumunda ordinaryus seviyeden çiçeklenmeliyim...
eşleniğimdeki ruhtan böylece payelenmek istiyorum...o yüzden olmuyor...

bu anlamda bukalemunu bu yeteneği yüzünden, farkında olmadan kendime rol model seçmişim...
"dilin ucunda oluşan dudaklar ava çarpar ve bir vantuz gibi yapışır. "


bilimsel makalecilerin de değindiği gibi...durumum aynen bu doğrultudadır, bu uzaydadır...
artık eminim...
bilmem kaçıncı boyutta ucundan dudaklanan dillerim...
"katışmak" denen ve müptelası olduğum hali en iyi bu tanımlar...


adını koyamadığım lanetlilik hallerinden kavga/nefret bırakmadığından beri, beğenerek seçtiğim obje suje gibi kavramsallıklar çerçevesindekileri,
yıldız ay güneş uzay gibi uzamsallıktan uzak görünenleri,
satırların içine gizlenen kilit kelimeleri ve diğerlerini,
müziksel orgazmları,
kedi, kelebek, çiçek, peygamber devesi gibilerini,
insan gibi karman çorman kompozisyonları,
çocukları,
vakumluyorum evet...
bitmiyorum bu yüzden...

"bukalemunlar, oldukça ağır avları bile dillerini kullanarak kendilerine doğru çekebilirler. "

arşivlediğim durum komşuluğundakiler,
genelde vantuz tersinirliği olan dirsek modunda,
dünyaya dışbükey kalıp,
potansiyel seri katil olma yolunda ilerlerken,
bu "aşıklık manyaklığı"nın sebebini çocukluğuma inerek dahi tespit edemiyorum...

kimisi bunu fark ediyor kimisi etmiyor:
sefilikler cenahından ruh katmanlarım var ve her ruh katmanının "boyunca dili" var(bukalemun gibi)...
avlıyorum...

ilgimdeki her şeye sesleniyorum: zerrelerinizi zerk ettim...


zinhar kanatmak istemem katışırken es kaza, mevzu bu değildir...
kadınlığın getirdiği kapsayan kümeliğe uzanan köklerimden olabilir...
ama uzun zaman bu kümenin karşılığı olduğunu sandığım "erilliğin orgazm ömürlü denklik"leriyle örtülemeyen,
hep bir yandan/delikten/aralıktan yayılıp şekilsiz bir biçimde dallanıp çoğalan bir haldir...


vantuzlanan şeylerin illa ki dokunabildiğim, görebildiğim şeyler olması gerekmiyor...
atomların bir araya gelişinden müteşekkil olan her şey ya da zıddındaki anti madde dahi,
alanıma dahil olabilir, yeter ki ilgi'ye nazara layık olsun, lanete aç şekilde uğuldamasın:
altyazıma aldığım uzayı, ırmakları, denizleri, sıradağları, derin deniz mağaralarını, uygunluuygunsuz düşünceleri, intiharları, açlıkları gözüm; aurora borealisleri saçlarım sanmam gibi...
sevdiğim bir insan bakışını kirpiklerimden sallanacak şekilde yaşatıp, dudağıma yakınca da koyup bazı bazı öpmem gibi...
gibi...
gibi...


işbu makale kisvesi bir beyanat olup şöyle bir kuvvetli muhtemellikten bile ötesi içindir: kuvvetlilik:
vantuzlayıp içime almak/katışmak gibi bir özelliğimdir...kendime de itiraftır, kelimelendirmedir, bahsettiğim ölçüsüzlükte ve ölçeksizlikte...
ikiliklerden yakamı sıyıramamam gibi...
ne dışarda ne içerde olduğumu ayıramamam gibi..

biriktirdikçe biriktiren ceplerim, yaşadığım her şey asla ve kat'a silinip/kaybolup/delinip gitmezler...kalabalıklarım bitmez ve her şeye ayrı ayrı minnetim katışıklığımdan haz alanlar için birikmiş şekilde vardır, bekler... gerisi anlamaz...





küfredenler için zeki müren'le seslendiriyorum:
ah bu bukalemunlarıııın
dili lâââl olsun...

anla-ya-mamak

neden sıradan, tekdüze cümlelerle tatmin olamamak gibi bir hal var...
ya da esasen bu durum ulu teorilerin belirttiği kodlanmayla alakalandırılıp tatmin olunacak denli kolay bir husus mu?

insanlar kolaylaştıranlar ve zorlaştıranlar olmak üzere ikiye mi ayrılıyor her şeyden öncede ve ötede...
kolaylaştıranlar :
gensel sığlıkların tezahürü olarak yüzeysel takılıp gidenler;

zorlaştıranlar...-ı kategorize etmekte zorlanıyorum...bu da bir şey gerçi eskiden kategorinin k'sine inanmazdım ama'sı var-mış...
konudan sapmazsak eğer,
karman çormanlığı, allak bullaklığı yüzünden okunan, saçlarından damlayan
veyahut
yüzeysel görünüp, çaktırmayan, yani bi nevi fikir namussuzluğu, yani bi nevi göründüğü gibi olamama olduğu gibi görünememe durumu yaşayanlar ...(ki esasen ipekten görünen ama özünde arapsaçı olan bir düzlemde sürünüp, başı dolaylarında her daim kaçış uçuşanlar)
kategorize edilemeyen yığın ruhlardan bahsedersek yani, diyebiliriz ki olay uçuşa olan hevesten ve tatminsizlikten ibarettir.


halbuki o azınlık...ahh...
ki çok bahtiyar onlar: anlamamayı dert edinmeden ben'in etrafında şekillnip, güdülen renklerinin, kopya karakterlerlerinin "derin" kalplerinin emrine amade,
o derinliğe ikilik sığ bakışlarıyla bir rol keser ve incilenip mercanlanırlar bu sayede...
ben yortusu ve bencillik tortusu etrafında şekillenen bir yol...
"anladım ki insan kendine yolcu" yolculuğu değil bu... bu denliyi hak etmeyen bi durum...

ama onlar işte,
o azınlık çoğunluğu,
anlamamakın hasını kapmış,
anlamamakla taçlandırılmış olanlar,
bir eksiklik ile cenneti yaşayanlar...
en imrenilecek diyarların şanslı cahilleri...
cehaletleri ile ters orantılı mutsuzlukları,
olmayacak dualara amin demeden,
farazi hallere batıp çıkmadan,
ulviliği iki sudan sebebin su yoluna bırakıp ondan "kurtulanlar",
rasyonelliğin dibinde yaşayanlar...
şanslılar...sanki..çok şanslılar...

Kasım 13, 2008

bilmemek cennettir


kimse var mı?
...
yine...
kimse var mı?
ya da şey...saf...temiz... kimse...ya da şey..
"şşş...yeri ve zamanı değil sorularının..."her zamanki gibi...

sesin yankısı, tekillik ya da alemi
sıkıştırıyor gözlerime...
hiçbirini seçemiyorum...
...
burası, bulunduğum bu yer havaya dokunan, ve yere gömülen bu ev...yerle yerin diplerinin arasında...yerle gök arasında oluşa razıyken, tam da burada...
intiharlar ağladı diye: şekillendi...burada...
ikiliklerin dokunuşlarından her bir tuğlası...

iç'in döküldüğü...hiç'in yandığı...hiçliğe adanmış içi oyuk bir ömür mü, hepliğe gebe bir ruh mu ayırdına varılamadığı...kelimelerle oynaşan, kelimelerle sevişen...kelimelere kanan, kelimelere yanan...oldurulup payelenmiş, ölümcül sorgulara hapis...
uçuşan perdelerde bin hayal ülkesinin sınırsızlıkları çizip, diyarlar inşaa eden...
sonra dönüp sırtını perdelere, tam da gündüzün orta yerinde, gölgelerinden süzülen kanlı kelimeleri biriktiren...
bilmelerin evi...
burada duruyor böylece...bu kadar bilmeden kaynaklı bunca yanma...inatla duruluyor üzerinde...sorgudan ve sualden...görmelerden...anlamalardan ve ki anlamamalardan...
...
düşünce ve düşüncelerden kendini yalıtamayanlardan...
...
tuhaf ve sinsi bir sessizlik...
gürültülü sessizlik...

negatifi olmalı tüm bu olan bitenin...ve sebebi nedir bilmesem de, burda oluşa sebep günahın bir gün günyüzüne çıkma ihtimali de var...o yüzden bu kadar hikaye, bu kadar ruhsuz beden, bu kadar içtensizlik...

bi son elbet olmalı...ve bu evin, evrenin diğer ucundaki negatifine giden bir yol bulunmalı...
o "negatif"te bedenim şimdiki kadar şefaflaşamayacak ve kalbim bu kadar kolay koparılamayacak belki..kayalıklar içime doldurulmayacak..hep deniz...
eller içimde gezinmeyecek...
bu kör düşünce bebeği oyalayıcı hayallere zıtlıkta daha fazla ihtiyaç duyulmayacak...
var oluşun zıddına bel bağlanmayacak hiç bir sancının sona erişi, var oluşun negatifi belki de gerçekten yok oluş olacak...yok oluştan korkan cümle mahlukat için asıl bu öğretilen var oluşlar azap...
ve orada farkına varılacak aslında yok oluşun o kadar da kötü bişey olmadığının...

bilişler...bilmeler...meraktan doğan bilmeler...azaba kapı, gündüzde yuvalanan bilmeler...
gecemi sadece bana verecekler oraya vardığımda...oluş ölüşe mi varacak, yoksa bu bi şakaydı denilip bilmemelerle mi mükafatlandırılacak bu hal, bilmiyorum...ama inanıyorum...
her uykunun uyanışı gibi-ya da tam tersi-bilmelerin getirdiği azabının tersi olan bilmemeler cennetine çıkaracak bişeyler...

adı tadı sanı yüzü unutulmuş ya da hatırlanmayan ya da hissedilmeyen_lakin kat'a bilinmeyen değil,eşyaları ve şeyleri bildik diye bu hal..._

ama görüldüğünde hatırlanacak, ne bu dünyadan, ne ötekinden, ne araftan, ne beriden...var olmayan bir yerlerden, var oluştan habersiz, bilmelerden habersiz, azaptan habersiz...
bişeyler...
bu huzursuzluğun kara kanatlarından daha geniş...
küçücük bir adanın üstünden aşırıp, denizleri sadece "eşik" saydıracak o yokluk...
tehlikesiz ve dertsiz...kelimesiz ...
cennet diye öğretilen cennettin anlaşılan yüzünü inkar eden bir zıtlık...
bilmemeye götürecek...
bir gün...
gelecek...

Blog Listem

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
bu bâb toprak ahvâlini beyan eder/ki tabiatı soğuk ve kurudur...