Ekim 11, 2009

eksi 1


tedirgin ruhlar kabilesinin saygıdeğmez sebebi...

ülkece kara kara bulutlar püskürtmekteyiz....
ah yine mi! demeyiniz...
gönül isterdi
günebakanların güneş'e bakışından huzmeler koparmak,
ve gözünüzün karanlıklarına o huzmelerden demet yapmak...
ama siz layıkatınızı göremediniz...
bugün geleneksel ve dahi döngüsel sene-i devriyelerinizden birini daha yaşarken siz,
gidişiniz olur da dönüşünüz olmaz inşallah diye
ardınızdan kaktüs tohumları ekmekteyiz...

kabilecek bize bu denli yerlik yurtluk ettiniz...
Allah razı olsun mu demeli işte biz onu bilemedik, bilemeyiz....
zira bu ettiğiniz yerlik yurtluk bizi yarım'lardan da düşürdü...
ürerken biz
çoğaldığımızı ve her gönülden pay edineceğimizi sanırken layıkıyla....
yarımlar çeyreklere çeyrekler daha da çeyreklere...
dönüştü...

çoğaltmak karelerimizi almak değil idi zira payımız yanlış idi: 1 idi
nerden bileceksiniz....
yarım da olsa farkındalık'ı bizim kadar önemsememişsiniz
yalan da olsa ciddiyeti bizim kadar benimsememişsiniz...

kabile halinde çeyreğin çeyreğinden de geçkinlikler olarak
bu döngünün aptallığını ve hüznünü paylaşmaktayız...
hayret edersiniz...
yok etmeye uğraşan yanınıza rağmen meydan okumaktayız....
bilip bilmemekten gelmelerinize
bilmemeyi cennet eylemenize katılıyoruz
ama gülmekten katılıyoruz....

kara bulutlarınız gölgeniz olacak,
bizim karelerimizi aldıkça limitiniz sıfıra yaklaşacak
ne kadar da acı
siz hep sonsuzu isteyerek bölünürken
sıfıra çekilmektesiniz...

günebakan çiçeklerine özendiğinizi duyduk ama
yüreğinizdeki bu kar yorgunluğu çözünmeden
yalın yalnızlığınız ısınmadan hangi güneş size yüz verir?
bunu kendinize sormalısınız....

sebepsiz keyfiyetler de çoğalıyor
ama biz çeyrek ötesi çeyrekliklerin çoğalması gibi değil onlarınki...
payları 1 değil ve
bize uyguladığınız çoğalma metodunu onlara uyguladıkça siz
keyfiyetin getirdiği sebepsizliklerde
boğulacaksınız...
bunu biliniz...

umarız bu keyfiyeti bozacak "sebepler sözlüğü"nü yazmaya başlarsınız...
ve bağlayabilirsiniz her sebebi bir sonuca...
her maddeniz -meli -malı ile biterken,
bizler kurtuluruz "payda" olmaktan...

unutmayınız ki bu kabileye yapılan her yatırım
size bütüncül bir şevkle farkındalıklar getirecek...
kareleri almaktan vazgeçip köklerimize ininiz....

biliriz ölüm'ü daha çok istersiniz
ama adet yerini bulsun
ne derler hani:
mutlu seneler geçiriniz(!)
parçalanmış halleriniz ve siz...



Eylül 27, 2009

yarım yollar

ya da kendi kendini yolda bırakmalar...
ki her şey "öldürülmeye gösterilen gönüllülük"le başladı...
ruhun her uzantısı, sünen her parçası kesilip "kayıplar listesi"ne derkenarlık yaptı,
yanlış metodlarla katledilirken...
öylesine...
insan kendi sebebine varamazken,
ve hep yarım yollarda yarım yarım soluklanırken
her cinayete bir sebep bulunurdu...
tam, eksiksiz mükellef bir sebep:
hayatsızlık...

kavgadan kaçarken
kaçarken kavgalardan tıkanan
kulaklar değildi...
hayatın sızacağı çatlaklar
delikler
aralıklar
itinayla tıkandı uzun parmaklarla...

hep "bir yol" yapmaya çalıştıkça hayat
yarı yolda kaldı...
zırh delinemedi
zırh sapasağlamdı...

hayat içeri giremedi ama kelimeler içerde yankılandı...
habis kelimeler ve şifa kelimeleri her gece dizildi yıldızların koynuna...
parlaklıklarına göre kıyas edilip habisler ayıklandı kendi sathına...

yıldızların ışığından başka bi referans kalmamışken, tek ayrım böyle oluyordu...
yarı yolda kalmanın yorgunluğu...kelimelerin iliklerine işliyordu...
bu çaresizliğe çare varsa da gelmiyordu...
zira uzun parmaklarıyla tıkamıştı her geçişi...
yolları tamama erdirmiyordu...
kaçtıkça koynuna düşülen düzeni
emr-i vakilerin şahıyla sözleşmiş çekirge sürüsü gibi arsız
tecavüz ediyordu...
aç...
kemirgen...

kemirip uzun parmakları
hayatın sızmayı başaramadığı her yere sızıyordu
izin istemeden!

ses anne naifliğinden uzaklaşırken, susarken...
kabasabaöylesine moleküllerini solurken, ciğerlerim donuyordu...
donuk solukların son duasıysa :
çekilse gölgeler
bi sis çökse en beyazından
hiçbir şeyi görmeden öylece donmuş zihin parçası ve sessizlikle...
yarım olan her şey kapansa da
tamı tamına bir sis çökse iç'in ortasına...
nefesi kesercesine bir sis,
hiçliğin ortasına...

Eylül 07, 2009

kusmuk

bir yokmuş, bir yokmuş...
boşluğa dalan gözler
yeni boşluklar oymuş....
yeni boşluklarla daha da büyümüş habis huzursuzluklar...
sinsice...
hissettirmeden...

düşüş...düşüş...
ve dahi düşünüş!
ne düşüşmüş bu ya rab!
ötelerden berilere uzanıp saç diplerimden çekiyor beni!
sinsice yaklaşıp
dibine kadar hissettirerek...

allah'ım...
kelimesizlikten yandım...
alev'imi duman'ımı is'imi ağıdım yaptım,
duama kattım...
yıldızlara ellerimin çarptığı zamanlardan kalma pırıltıları
gözyaşım sandım,
senelerdir sen sanıp,
sensizliğime tapındım...

yaprak kıpırdamaz,
güneşi boyamışlar ama kapkara hala...
hep aynı yerde asılı,
göğün katmanlarını bile aşındırmazken....
her gün birbirini kopyalarken...
her gün hafızasını yitiren insanlara
biriktirmenin cehennemini anlatamazken...

her günü farklı sanan aynılar...

dillerin altında bambaşka diller!...

ve dahi kalplerinin altında bambaşka kalpler...

ne kimse sahici
ne kendi gibiyken...

aldanma ve avuntular
düşler ve rüyalar
kurtaramazken...

kusmak istiyorum...

kanmaları
kanamaları....
birikmiş kirlenmişlikleri....

kusarken ve
küçülürken ben,
yani zaman geriye sararken
ta ki dilsiz bir insan yavrusuna dönüşene kadar
kusarken...
kalp pıhtılarını ve insanları...
kova kova beyin ve akıl...
şehirleri kusarak....
zindan ve dahi cennet olanları...
ülkeleri kusarak,
meridyenleri ve paralelleri boğazıma takılmalarına rağmen...
kusarak şu dünyayı..
belki rahatlarım...
/
allah'ım...
aldanışlara açılan ellerimi sen al...
yoksa ellerimi de kusacağım...

titreyen




















titrek aynalar...
etraf titriyor...
yer ve gök..
gözüm yok...
o yüzden ancak aynalarla...
korkutucu değil mi?
ve baş döndürücü...
kusacak kadar dönüyor başın değil mi?
her zamanki hal...

sarsılan yollar...
kaypak insanların kaypak zeminleri...
her gün tapındıkları dünya düzeni ve onun titreyen nağmeleri...
ne kadar yorucu değil mi...
her zamanki hal...

burnum sızlıyor üstelik...
gözyaşları çıkamadığı için
olmayan gözümün, yaşları...
titretiyor burnumun kemiğini ve
her an her saniye bu kıyamet halinin şavkı vuruyor
gözümden kalan boşluğa...
rutinlikte sallanırken üstelik bu manzara,
ne kadar da tuhaf...
cümle alem kendi podyumunda teşhirdeyken
denizin üstünde koştuğumu sanamadığım zamanlarda
hep burnum sızlıyor...
alem titriyor...

mesleğimi sorarlardı
"deniz koşucusu" derdim,
halbuki duymazdım kıyamet meleklerinin arkamdan
"zavallı aldanış avunucusu" dediklerini...
bazen yoldaş görünümlü haramiler çıkardı yoluma,
katık olurlardı ekmeğime
can olurlardı canıma
gün gelir de zehirlerini bırakıp arkalarında
canımdan, verdiklerinden kat be kat fazlasını çalarak,
kopararak,
kanatarak,
uçuverirlerdi...
savrularak...
en çok da anlamayarak...

anlamlandırılamamak
canımdan kopmalardan kanamak
o kadar alışkanlığımda oldu ki
daha ne kadar kanayabilirim deyip de ölmediğim günlerden bir gün
ölmüştüm işte....
ölmüştüm de bilememiştim...

küçük kıyamet melekleri:
"her ölüm aslında kıyamet ya,
işte bu titreyen aynalar,
günahların ağırlığından sarsılır da katlar sarsıntıları,
dürülen yerler ve gökler geçer aynalardan..."

ama bunlar hep gördüğüm aynalar...

küçük kıyamet melekleri:
"her ölüm aslında kıyamet ya,
işte bu sarsılan yollar,
boşunalıklara gidenlere gittiklerini belletmek içindir..."

ama bunlar hep yürüdüğüm yollar...

/

madem hal böyleydi,
madem her yaşayışım aslında ölüşü beraberinde sürükledi,
madem hep bitmek üzreydi başlangıçlar
isimleri neden başlamak oldu...
hiçliğe gidecekti madem bir iz bir söz bırakmadan
isimler neden başladı hiç bilinmeyen dimağlarda...
bir iç çekiş sarsıntısında yaşamaktı madem olan,
bu sarsıntıya sarsıntılarını ekleyen haramiler neden vardı...

madem bitişlerde konuşan sadece göz yaşlarıydı,
olmayan gözüm niye olamadı...
dilim niye vardı...

Ağustos 17, 2009

uzaksor

yeni bişey değil kayboluş:
gözümün ışığı,
alnımın yazgısıdır...

oturup,
aynaları alıp karşıma alnıma nakşettiğim bir mühür...

aradığım: alnımın orta yerine çakılı durur bir ömür...
de görmem... gördürülmem..
düşerken silinmeye yüz tutan rotalarım,
haritamdan binlerce yöne sevkeder beni...
kendini “azad ettirdiğinden” beridir göksel cennetinden,
mecnundur artık havva yanım...

aksilik ya işte
vardı bir terslik ki
en çok mecnunluğu sevdim…
yasak meyve,
zemininden ırmaklar akan,
mayhoş eden şaraplar da hoştu lakin,
çöl yolunun kavrukluğunda olmak aşktı...
cennet keyfi değildi…

fiyonklar arasında göz kırpan o ilk yurd, yurd olmaktan uzaktı...
geri dönsem fazlasını isterdi gönül, zira elma’sını bile tatmıştı…
ve kovuluş:
o ısırıktan sonra, aşka körük tadında bir tatlı ızdıraptı...
bu yeryüzüne atıldığımdan beri,
ceset yanım ağır basmaya,
suyumun üstüne çıkmaya çalıştığından beri,
inadın şanı ya da karası olmuş kayboluşlar…
bulunamayışlar…

aklımın, bir köşede birleşemeyen kenarlarında dans eder gözlerim,
uçuruma yakınsak sıratlarda iç çekişen yanlarıma tebessüm gönderdiler :görenler..

görenler ki içlerini dış eyleyip,
beni hicaba bulayıp, dışımı öteleyen ilahiler…

görenlerden sorun beni!
bakmak’la görme’nin ayırımdakilerden...

sakiden şarap bekleyenlerden değil,
saki olanlardan sorun…
şaraptan sorun…
meylere gözyaşı katıp sunanlardan,
sarhoşluktan sorun beni…

bütünleşikliğe dışardan bakarak ulaşmak " isteyenler"den değil,

iç’ten içe gererek gönül bağını sırat eyleyip,
cennetüstücennet’e,
ulaşılamayana ulaşmaya adananlardan sorun…

çabalayanlardan sorun; ateş-i aşk’a varmak için didinenlerden,
yanmaya gönüllü gönülden sorun…
bi ucu suda kalmış yanımdan sormayın…

beni benden sormayın,
vallahi sormayın,
bir düşüşteyim ezelden ebede,
cevaplanamayan çaresizliklerden sorun…

Ağustos 16, 2009

hangi

olasılıksızlıklar eşiğinde,
olmazlıklar arifesinde,
yok oluşlarla yapılan ayinlerde,
anlamsız gözbebeklerinde...

sahipsiz benliksizliklerimden
mide bulantıları miras alarak,
bıraktığımı sanarak arkada zifti parçalarımı:
her parçayı
her seferinde kendime göre simetrisini alıp
tekrar tekrar önüme katarak,
tekamülden zerre nasiplenmeyip yerinde sayışın var oluşuna
hayret ederek,
yok olamayarak
dökerek,
dökülerek,
şakaymış gibi gülerek...
hikmetten nasibi sanki inadına keserek,
şeklen yaşayan kalıbıma söverek...
nefessizlik ya da ölümden düşerek...
düşürülerek...
lanetlerin sırladığı aynalardan kendini seçerek,
her seçişte laneti okuyarak,
yerle gök arasındaki hangi aralıkta? diyerek...
arayarak,
sorarak hep
hangi demdir bu dem...
hangisi...

"yooo..yo bu değil istediğin...
yook ...yok bu değil beklediğin.."
latif bir ses:
pamuktan dokunmuş varlığı,
tezat kancası kalbimde her daim...

rüyadaydım, gerçek değil...
avuçlarında dalgacı kelebeklerle geldi yanıma...
"yoo bu sen değilsin" dedi,
uzandı, uzadı..
uzadıkça gölge gölge sündü üstüme...
kelebekler ölünce
gözlerime ağladı...
dalgalar döküldü her ölüşten...
ve darlanmalar...
bunca varlık var iken, gitmeyen-bitmeyen gönül darlığı...
hak idi...rüyada bile
müstehak idi...

"varlık tadı nedir bilseydin burda olur muydun?"...

gölgesi eğildi içime,
kadim bi kuyuyu eşeştirircesine,
tersyüz eyledi gözlerimi...

saçlarımı tel tel savurdu doğunun ve batının meleklerine...
kutsanan bi kuytu incisinden arta kalan boşluklara akıtarak yaşını
dedi ki
"yok...
yokluk içinde tattığın tadımlıklardan değil hiç biri...
yooo...
yo bu değil istediğin..."

varmış olsaydım o deme,
kıtlıktan çıkmışcasına gömerdim kendimi o tada,
bulardım her yanımı, demlenirdim ışığında...
daldırırdım suretimi son nefes hacmimi doldurana kadar...

bu mahşer yeri ağrısı doldurmazdı bedenimi,
hiç dökülmezdi saçlarım:
melek kanatlarına karışırdı...
bulsaydım...
o olsaydım...

Ağustos 04, 2009

aynı

düpedüz cinayet bu yaşamak denilen şey,
öyle hafifinden de değil,
her hamlede bin bıçak izi bırakırcasına,
yavaş yavaş ölerek,
'artık bundan fazlası ölüm' deyip de
yaşadıklarımla...rutin bir cinayet...
ve yerinde sayarak,
her dirilişte canlanmayı umut ederken yutkunduklarımla,
hep aynıyı tecrübe ederek ve yanarak...
aynı çemberin içinde koşarak...

ve insanlar hep aynı halkaları boyunlarında taşıyıp
aynı yollardan geçip
aynı sonlara vardırıyorlar kendilerini...
neyse o mayanın dozu iblise kulak veren,
aynılıklarından vazgeçmeyerek farklı boyutlarda dikiliyorlar...

derman ve daha iyi yok alemde
derman olmaya gönüllülük enayilik sayılır...
eylemsizliğin en tepesinden selam eden çabasızlıkla,
ben'e hayran, ben tavaflarında dönüp
döndükçe ruhen küçülen
cismen büyüyüp, içimi kasvete boğup,
dünyalı ötekilere yer bırakmayanlar...

ellerimde baloncuklarla gezmek
ve o baloncuklara alarak insanları
ya da çiçek halkalarından sözler dökmek yıldızlara
her birine ayrı bir gezegen yaratmak aşkı...

diğer yanda boşluk, soğukluk, donukluk...
neticesi
beyhudeliğe gark oluş...

içsel devrimlerle gelen gaddarlık güdüleri ,
ve onların dağılmaz büyüleri...
içten bölünerek ikiye,
savaşarak kendinle ve bağlı olduğunu sandığın her şeyle
iki savaşçı halinde kendine saldırmak ki
(saldırtılmaktır olan)
basit hikayelere özenip kendini çözümlemek varken
kördüğümlemek nefesimi...
kanamak...

ne söz gelse iç'ten
karşılığı bulunamayan bu yeryüzü mevsimde
saçlarımı döküyorum yaprak yaprak...
her yaprak eyvallah...
her şeye ve herkese eyvallah...
...

yaşam hafife alınamayacak bir cinayet
her cinayet bir dersken
kaçırmamam gereken kan izleri var...
köşeyi ve bucağı koklamalıyım,
takip etmeliyim
teşhis etmeliyim ölen yanlarımı...
ve analiz edip bilimselliğin gözüne girmeliyim,
bu aralıkta şükürlerden geri kalmayıp ilimselliğe eyvallah'larımı göndermeliyim...
öğrenmeliyim olan'ı ve ölen'i...
soytarı cinlikleri süzüp red'din dibine gömmeliyim...
ebeb'i öyle bir öğrenmeli,
gözlerime öyle bir dokumalıyım ki
nakış nakış...
kendisinden gayrısını görmeyeyim...
çürümeyeyim daha fazla...
sönmeyeyim...

Temmuz 24, 2009

sır

kadim zaman gezginleri gibi,
ta nicelerden beri gezginmiş
biri diğerine,
diğeri birine yolcu olmuş
bilmişlerdi her hali sanki...
her hal ki dünya demekmiş
hayat demekmiş
cennet ve cehennemmiş
tüm coğrafya ve iklimleriyle...

kadim zamandan kalan iki gezgin gibi,
sanki o kadar eski bir tanıdıklıkla,
ve sanki eski bir kırgınlığı taşırcasına,
geçtiler o köşe mezarlıklardan...
ekilemeyen ve söylenemeyen
onca macera ve insanı taşıyordu ikisi,
o hikayeli narin taşlar gibi...
biri farazi hikayelerden yana
diğeri insanlardan yana bereketli...
iki omuz,
iki yük,
yan yana...

bir yönüyle ölüm bir yönüyle yaşam,
görmeyen için bir bahçelik olan o yerlerden
fısıltılar yükseliyordu,
dua gibi...
iyiye işaret hareleri halinde
tüm şehre yayılıyordu,
hayat ve ölüm çizgisi üzerinde ikişer adım
adımlar yuvarlanırken,
billur bir gök çiziliyordu yeniden...
/
hayat,
yolculuk, yolcu olma hali
adımlarda gizli...
ve her yolculuk hali insanî
yükletemez kimseye vebâlini...
kırıklığı yüklenebilirdi lakin...
hem kendininkini
hem kırdığınınkini...

kendine varır kendine döner...
su olur göğe gök yere varır,
şehir iki ayrı yakaya ayrılır,
su durgunluğuyla kalamadan,
bitmez idi
içten içe kırılmalar...

ufak ufak depremler olmuş olsa da
fark ettirilmiyordu...
bu ikili kırıklık,
ki birinin kırklığı diğerinden sebep...
diğerininki birini kırmadan...

ve billur gök yaralı bir kanadından...
kendini bilmezliğin cenahından...

ah ki insandı işte...
ne bildiyse tek kalemde yok edip,
en yüceyken düşüklerin de düşüğü
aşağıların da aşağısı olabiliyordu ki
böyleydi...

vazgeçip sözlerden
renklerle yorumladılar bu hali ki
geri dönüşsüz bir hal miydi,
değil miydi bilinemedi...

griyle yorumlandı olan biten ilkin..
belirsizlik ve tedirginlikti gri...

geldiği şehre en çok yakıştırılandı ya,
elbet hüzündü...
kara bulutların rengi...
hangi yel esse de savuramaz bir kasvetti...
ama ki her karanlık bulutluluk:
bir gökkuşağı umuduydu...
öyleydi...
billur gök eskisi gibi olmazdı...
bu gerçekti... isimler kadar gerçek...
ama
belki kırıldığı yerden çiçeklenir iyileşirdi...
iki kelam ve iki bakışa
"affettim" der,
parmaklarından
beyaz beyaz çiçekler dökerdi yine,
huzur verirdi...
/
renklerle nakşettiler hali...
ikincisi mor idi sanki...
dalgalar üzerinden karşıya gönderildikçe
beyaza çalar bi halde geri geliyordu...
arada mavileşiyor dalgalara renk veriyordu...
gri bulutlara inat...
çiçeklenmeliydi...
çiçeklenecekti...

sonra iyiden iyiye bir yeşil aldı bir pırıltı ki
gündüz yakamozu bu dense
amennalar düşecekti ayın saçlarına...
ikili adımlarla teyitlenerek çoğalacaktı
gündüz pırıltılığı...
yine huzurla...
/
sonra bir aralık geldi yine
gri
kıvrımlı yollardan geçerken geride kalan
yokuşlardan görülen iki gri gölgeydi...
yol güneşlenir ve gölgelenirken,
tek dilek iki pırıltılı gölgeydi...
gölgeyken bile beyaz çiçekler döken
pırıltılar taşıyan iki huzurparesi...
/
renkler gönderilmişti fezaya,
aydınlıklar dileyerek karanlıklara...
renklerle yorumladılardı ya bu hali
bu seferki renksizlikti...

ama beyaza en yakın haldi bu renksizlik
o yüzden güzeldi...
beyaz olamamış olsa da yine,
zamanın ellerinde olgunlaşmaya duran,
zamanabakan çiçeklerinden damıtılacak,
kırılmaların merhemi olup layığını bulacak
tekrar beyaz olması arzulanan
bır sır idi şimdilik ol'an...
demlenmeye duran...




Temmuz 22, 2009

iç kurtları

kelimelere emanet yürüyen aklın önüne dizildi ahkamlar...
sıra sıra...
nizam bozulmadan...
öncesi sessizlik:
sonrası boran...
biri diğerini ezmek parçalamak yok etmek üzere programlanmış
kalabalık ahkamlar...
oğulları: iç kurtlarım....
dayanakları: kelimeler...
kelimeler...
kelimeler...
hem müsebbib hem katil...
vazgeçilemeyen o kelimeler...

kelimelerin ez cümlesi...
herbir hücreme,
herbir yaşamsal zerreme zerk olunuşu,
cennetten düşüşün imzasıydı...
düşüşlerde çelinen: akıllardı
yine kelimelerle...

düşmek ve düşürülmek
ezelde ve ebedde yazılıydı...
anlayamazdık levh-i mahfuzun dilinden...
geri kalan her şey bahane...
ne adem'di ne havva'ydı sebep
kim karşı koyacaktı ki iblise...?
yaratılmışların ve
yaratılacakların içinde kim günahtan tamamen arınıktı...?

ikili hatalara indirgenmişti o düşüş
lakin
herkes idi o düşüşün müsebbibi...
herkes...
ayrı ayrı...
her tekil görünüşlü ikilem ruh...
harcı topraktan karılan ve
o harcın içine kelimeler
ve ki
isimler katılan her beden...

her adem oğlu
ve ki
her havva kızı...

düşüşlerin hissedilişi
paylaşılamayan kısımları bile aynı...
insan, "ortak payda"dan kendine has "pay"lar çıkarttığı zaman bile
bütünden kaçamıyor...
şimdi ol'an gibi...
"pay" çıkartmaya çalıştıkça,
"payda"nın en dibinden, selamlar gönderirken buluyorum kendimi...
kendilerimden oluşan mahşer yerimde...
dünya kadar kalabalık...
dünya kadar yalnız...

cem-i cümlesinden kaçınık,
karanlığa sarınık...
ki aklanmak içindir en karaya bulanmalar...
karalardayken ben
derin bir uyku hali var imiş ki,
beslediğim ve
beslemekten haz aldığım iç kurdum
habersiz çoğalmış...
gizlemiş arkasına en az kendi kadar kemirici ama
daha aç kurtları...
bu yeni gelenlerin kelimelere ve ki düşüşlere kastı daha büyük imiş ki
kuyruklarına astıkları tenekelerden ses çıkmıyor...
tenekelerin içlerinde kelimeler var...
çalınıyorum azalıyorum bu sayede
aç kurtlarımın tenekelerinde paslanıyorum...
peyderpey...

bu kalabalık iç'ten çıkmanın vaktidir artık...
bu denli kemirgen bir coğrafyada yaşamak
bu denli işkence kabiliyeti...

karaya bulanırken
yıldızları görmeyi unutan gözlerime asmalıyım içimi...
gözlerimi de sakin bir yörüngeye...
kurtsuz...
kimsesizliğimi lisan-ı hal ile o kadar belletmeliyim ki evrene,
tanrı kimsesiz şehitlerini yıkamaları için gönderdiği meleklerden
bana da göndersin...

kelimeler...
o anda kelimelere de ihtiyaç kalmaz
sadece aklanış...
çoğulluklarımdan o nihai tek'illiğe varış...
bahanesiz...

Temmuz 18, 2009

rot-balans

"balanssızlıklar ana sarsıntı kaynaklarıdır"
teknik bir ders notu, bu kadar net ortaya koyabilir
her iniş ve çıkışı...

teknik mevzular,
psikolojik tahlillerin "yüksek" rakımlarından pek aşağılanır,
hor görülür,
itilir kakılır ama
kendini bilmezliğin geçkinliği
saçmasapanlığın pik noktasındayken
bu kadar da enfes bir "nokta" olur mevzuya...

iki katmanız hepimiz...
ruh-beden...

bedeni ruhuna dar gelenler var,
ruhu bedenine dar gelenler olduğu kadar...
bir de ruhu bir genişleyip bir büzülenler var,
ve bu sayede hem içerde hem dışarda olanlar,
uzunca bir süre,
bir nefes alışın derinliğine ikna oluncaya kadarki bir süre
gün yüzüne çıkmadan öylece sindiren,
pişen,
yanan;
ve dahi anlaşılmaz bir hal ile
hızlı bir maratonda geride kalışın paniğiyle depara kalkan:
ben gibi....
bensizliği ana titreşim kaynağı olan kimse:
ben gibi...
denizin bulanık hallerinin çökelmesini beklemeden yüzmeye kalkıp
boğulan,
ve dahi boğan,
eksilen ve dahi
eksilten...
deniz durulduktan
kumlar dibe çöktükten
o bulanıklık saydamlığa bıraktıktan sonra kendini,
yanlış denize kulaç attığını fark edip,
zamanın oyununda son puanını da kaptırmış olan...

"böyle gitmemeli" demek hiç bu kadar sahici olmamıştı...
reset makamından ya da default ayarlarından
boy vermek isterken,
kesin bir emniyet için farkındalık tohumları ekiyorum
kıyıda köşede kalmış ruh katmanlarıma...

ve af diliyorum allah'tan
tüm ziyanlarım için...

Haziran 18, 2009

dipten selamlar

hava kütlelerinden flim çekiyorum oturduğum bu gereksiz yerde, boşlukla koyun koyuna yatarken...
her hava kütlesi bir fotoğraf karesi,
peşpeşe takıyorum kareleri,
tecrit günlerimden bir film daha...
hepsi aynı ama hep farklı...

işte şurda bir gülüş,
böyleydi değil mi?
canından can katarak, öyle yürekten
gözlerinin içi gülmekten gözükmüyordu...
gözükmezken gözümün kendisi oluyordu...sanki öyleydi...
öyleyken gördüğüm kimin gözünden süzülüyordu, o mu ben ben mi o oluyordu...
sanıyorum böyleydi...yanındayken bakmadığım zaman bile gördüğüm, bazen çekindiğim...şimdi hatırlayamamamın işareti miydi o tuhaf korku...
neyin korkusu? süreksizliğin mutsuz sonlarına alınan bir gard mıydı...
kurallaştırılmış, ön görülmüş mutsuzlukları kabullenmek istememekten miydi,

neden?
çok tüketmeye kıyamamaktan,
korkudan,
bir şeylerin korkusundan...
halbuki tüketmek için verilmesi gereken zamandan bile yoksunluk vardı...
peki bu kayıp günlerin telafisi verilecek miydi aynı aşkla, aynı şevkle, aynı istekle...

dokunuş da vardı, sevgi ve sahiplenişin birliğini hissettiren,
öyle güven verici
öyle sıcacık eller...
gülen yüzleriyle birbirine şarkı söylerdi eller,
sanki öyleydi...
çok zaman geçti,
"gelmemiş yarının şikayetçiliği"nden yüzüm kalmadı rabbime edecek kelam,
bu filmlerin dönüşü,
başımın dönüşü,
cisimleşip büyüyen ve işte tam da kursağıma oturan bu hasret,
bellettiriyor özlemin en dip noktasını...

Haziran 14, 2009

ıraksak

yakınsayamamaktan muzdariplik...

Haziran 04, 2009

...belki

ne kararsız,
ne hayali sözlere boğulmuş bir duruş olmalı...
her şey gerçek olabilmeli,
acı verici derecedeki bir gerçekçilik bile kabulümdür...
yeter ki gerçek olsun...
düşsel boğulmalar denizi toplasın eteklerini üzerimden...

dokunabilme gerçekliğinde gezinmeli her bakış, her söz, her eylem,
ve her yol...
tüm duyular aktarılabilir olmalı dokunmalara ki
boşluktan kalan yere sahiciliğin tahtı kurulabilsin...
dokunuş olmalı,
nefes otomatik pilottan alınıp ellerime teslim edilmeli,
hissedilebilmeli artık...
bir çıkış niyetine bir yol...

bir şeyler dönüşmeli bir şeylere, beni kapsamalı evet yine
ama bu şekilde değil,
yok...bu denli ruhsuz değil...
evet belki acı vericisi bile tercihimdir ama
ruhsuzu asla değil...

boşluk...
sarılmak isteyişlerime sırtını dönüşün
her seferinde canımı acıtıyor...
farazi anlamlarda elbet...gerçek gibi değil...

belki de başkaca bir surette,
her şeyi sevmekten vazgeçirebilecek bir gaddarlık çökmeli
göz kapaklarıma,
gecenin gündüze inişi kadar doğal bir geçişkenlikle
yumuşacık bir gaddarlığı kimyasına katabilmeli ruhum...
olabilmeli...

kavgalar tuhaf bir keyif içermeli bencilce ki artık zarar olmasın:
dışsal yıkımlar zerre miktarı zarar verememeli
içsel küme elemanlarıma...
hatta bu yıkımların, içsel yenilenişlerin yapımında emeği geçmeli...

keyfiyetler için heder olan ruh heder edebilmeli,

hariçten kullanılan yanlarım hemencecik ayrışıp cisimleşerek
kullanıcısının yüzüne vurabilmeli yaralarını,
heyhat...
o vakit kalbim ne de çok cisimleşme yaşayacak olurdu bu misafirlikte,
rabbim bilir...

piyon niyetine kullanılan ömür
dişlilerin arasına sıkıştırıp kendini
kendinden vazgeçmek pahasına da olsa değiştirmeli
çarkların dönüşlerini:
bir çember içerisinde dönerek çoğalan bitmez işkenceleri...

anlaşılmamak acı vermemeli,
"umur" lugattan silinmeli...

...

yok aslında belki
böyle hiçbir şey olmayabilmemeli
hiçbir sanrı üzerinden,
"gerçekçi" sanrılar üzerinden de mahvolmamalı benlik,

aslında var olmadığının farkına varabilmeli...

Mayıs 13, 2009

müphem



benim cenahımdan hakkından fazlasını almış durumda...
fazla uğraşıyor benle bu kelime.

her konuya en uygun başlık, kendisi oluyor.
az kaldı, adım da müphem olacak;
çoğul müphemlerdeyim zira,
müphem bir ordu gibi,
hayaletvari edalarımdan geçilmiyor.

neden?
çünkü şartlar öyle...eh...

müphemin yankılanışı neyse,
kendimi o yankının içinde bulduğumu iddia edebilirim,
duvardan duvara, ses duvarından karadeliklerin olay ufkuna çarpıp bana dönen şeylerin yankısı ordu şeklinde...
neden o ufuktan, kara deliğin içine doğru süzülüp gitmediler sorusuyla güçlenip çoğalarak...

müphem bir ordu gibi virütik şekilde yayılıyorum soru sorabildiğim
herbir kenar'a,
sinebiliyorum muğlaklığın pik yaptığı halimle
köşeye ve bucağa...
soramadıklarım ve sorulamayanlar ise birer birer siliniyor...

yeni bir şey değil bu durum, sputniki yeniden fırlatmıyorum.
bir çeşit lanet de denebilir.
umarım kısa ömürlü,
şu çağda yaşanılan her şey gibi
tek kullanımlıktır da
kullanım süresi sündüğü için bana öyle geliyordur
ve umarım dualarıma tersinirdir:
başka sözüm yok o'na...

söze gelecek birşeyler lazım,
"ah işte, işbu evrak hayali düzlemde kendinizi alakalı sandığınız her şeyle aslında ne kadar da alakasız olduğunuzun belgesidir,
sayın bilmişlikten kırılan cehenneme
arz olunur!"
tipinde bir mektup bekliyorum ivediyle,
eh gelmiyor...
müphemliğin kaşıntısından kurdeşen döküp öleyazmadan
ya her şey hiç olsun
ya hep...
yûnus demiş ya
"sen derviş olamazsın" diye
evet,
ben derviş olamam...
sabrım tahammülsüzlüğün kanatlarında...

Nisan 30, 2009

yersiz olma(k)

yersiz davranışlar bunlar,
belli etmemeli kendimizi...
kendilikler ne zaman özgür olmuş ki
ikilikler var olabilsin...

şşşş...
sessiz ol
duymasınlar...
duyarlarsa seni bilirler
sonra da beni,
açılır sorgu odalarının paslı kilitleri
bileklere ve boyunlara geçer zincirler...

ses etme...
duymasınlar...
bilmesinler ki
bu görünmezlik hâremize dadanamasınlar,
silahlarını doldurup
herbir hücremizi kurşunlamasınlar...

düşünme,
fark etmesinler...
kanatlarımızı zor kurtardık son yangından...
ellerine düşeriz sonra,
kanatlarımızı kırıp elimize vermesinler...

görme,
ve bana hiç bakma...
o vakit iyice fark edilir oluruz
elleriyle koymuş gibi bulurlar...
yapmadıkları şey değil
kalbe dokunurlar
gaddarca...

uzanma...
kal olduğun yerde...
her eylem, yasağın göbeğinden doğuyor
ve her eyleyiş, gel-iş-me(k)lerin engelleyicisi olup dikiliyor
duvar gibi...

sarılma...
hele ki kalpten asla...
bu buzullar ülkesinde ısınmak olacak iş değil...
ısınırsa etraf: yıkılır,
altında kalırız donukluklar diyarının...

ağlama...
sabah çiğlerinden süzdüğün yaşların
yaşlarım onlar çok kıymetliler...
ağlama...
gözümden sızan pırıltım
seni ele verir diyorum
neden ağlıyorsun?
neden ağlıyorum?...


inat etme...
bak bir de utanmadan soluklanıyorsun,

nefes de alma...
yoksa ateş edecekler...

Nisan 26, 2009

beyazlık

bir nefes,
bir sus...
ömrü ne kadar uzun
ya da kısa
bilinmeyen bu husus
ona mahsus...
söze gelmeyen...
sabrın nefesini doldurduğu yelkeniyle
susmaların daim müşterisi...

baştan ayağa bir gariplik,
yeryüzündeki tüm ömürlere değmek için çırpınan bir tazelik...

her güneşliliğin başlangıcıyla,
her sabahın doğuşuyla
örselenen aşk yapraklarının yerine tomurcuğa duran...
kuruyanları da saklayan...

kilitli maske
ipek kozası

haykırış
ve dahi
lâl oluş...

nice haksız göz yağmuruma ağladığım
en gerçek ağıt...

o kadar sahiciyken,
elimin kurtulamadığı soyut boyalarımdan süzülen en somut...
en bitişin en nihayetsiz başlangıcı gibi;
sarkacın iki ucundaki iki soluklanma aralığı,
iki göç ediş...

gözümün değdiği en somutluktaki en soylu soyut...
rüya gibi,
korkuyorum...
nece bir rüya?
konuşamıyorum...

Mart 30, 2009

dördüncü noktanın olduğu yer

dördüncü noktanın olduğu yer...
ötelere merakımdan ayaklarım altında...
kestim parça parça canımı
canım basamak oldu ,
bu kalabalık sessizliğe...

diyorum ya rab, işte bu son
diyorum,
artık kalmayacağım sensiz,
itmeyeceğim kendimi sensizliğe çünkü kendimi ittim kendimden sen(le) olayım diye...

diyorum benim biricik tanrım,
biricik ilahım,
ikiliklerimden dönen başımı,
tertemiz kalamayan bu canımı
hikmetine savurup parçala en ücra köşesine kadar,
diyorum kalmayayım gayrı,
diyorum buradan: bu benden al, kalmasın hiçbir şeyim...
sorularım sabrımı emerken kalmıyor bensizlik
gökkubbede artık okuyamıyorum bile gizleri
yıldızların sırrına sağırım,
dualara dilsiz,
derin mağralar sabrı değil karanlığı fısıldıyor kulaklarıma artık diyorum
diyorum çok kaldım ben benle ya rab
diyorum çok boş kaldım ben benle ya rab
al artık
ya da tamamla beni artık bensizliğe...
alıcım yok yarımlıklardan...



...

kelimesiz,
sessiz,
kurtulunamayan bu "başbaşalık"la başa çıkamıyorum...

ne bir ses olsun etrafımda ne bir göz değsin:
benden çoktan geçmiş bu beni anlamayan anlamların bakışları ve sesleri,
anaforumda döndürmesin başımı..

yeter... kesilsin kifayetsizlik
yeter... bitsin kendi'lik...
bıraktım yeterince güzel olamayan gözlerimi,
ve bıraktım dokunamayan ellerimi...
kesilsin ceza tez vakitte:
yetti bu kıdemli kimsesizlik...

Mart 01, 2009

belirsizlik tavafları

kendisinden kaçmak istedikçe kendisi olduğum çukurlar...
gündüzün ışığını çalıp gözyaşıyla çamura katıştıran bu aldanışın zifire uzanan kılcallarında saçaklanışlarım...
diyet olarak verdiğim kavga yavrusu canlarım...
ölüp ölüp dirilen dilsiz figüranlar: ben'ler
/
hayali ihtimalleri boncuklayıp kolye diye boynuma astıkça gördüğüm alaycılıklarda mı gizli hayatın görmüş geçirmişliği?..
görüp geçirmişliğin ağır meşrepliğinde donup katılaşan kuralları hayat felsefesi yapmaktaki marifeti çözemedim...
/
hem benim,
sabahın melekleriyle gelip, en kadim nehir yataklarına inen yollarım var...
sabahın sükûnuyla gelen'den ödünç aldığım dünyamdan içeri açılan...
/
ama,
dışımda kalan ve dışarda kaldıkça kuruyan,
ruhumun odalarına uzanan ve bir parça sükûnete dilenen
pejmürde ellerim...
kupkuru ve çirkin ellerim,
nehirlerin sükûnetiyle ıslanmaya hasret...
/
uyku sessizliğime kastı olan,
beni taşladıkça uyutacaklarına inanan,
şevkatten anladığı,
diri diri sarmak için öldürmeye gömmek olan
cüzzamlı kabullenişler...

belirsizlik tavafları...

her yönden iğnelenen uyku baloncuklarım...
gözümün ferinden okuduğumu takip ve
tahrip eden:
kaçak karanlıklar...

/
hepsi kendisinden kaçmak istedikçe kendisi olduğum çukurlar marifetindeydi evvelde...

şimdi içimde...

benden beslenerek büyüyen koyuluktalar:
sabrın unutulduğu yerde...

tedirginlikten örülmüş bir şal üzerimde,
patikadan bir yol önümde...

tedirginlik: ısınırken üşümeyi;
tek şeritlilik: yalnızlığın cisimlenişini öğretiyor her adımda...

sabra üşengeçlikler diyarı'nda üşümeler...
/
o milad gelmeli artık...
çilenin ululuğuna varamamışlık...
zardan zeminlerin beklenen hassas adımlar karşılığı bulunamıyor...
/
nerdeyim?

hüzün'ü adım'ın önüne aldığım yerde,
bitmeyen uykulardan düşük,
sen diyemediğim bir imgesizliğe sarılırkenki bitişlerde...
belki başlangıçlarda...

nerdeyim?

yorgunluğun dallarından sarkan merdivenlerin çağırdığı
nihayetsiz yollarda...

nerdeyim?

uyumsuzluğuyla kıvrandığım dünya'yla,
ikili yıldızların arasında...

nerdeyim?

tekilliğe odaklanamayacak kadar çoğulluklarda...

/
kalbimin kabuklarını döktüm...
acı verici oldu her soyunuş gibi...
katman katman biriken harabelerin ve
çiçek mezarlarının tortuları...
ağaçların yaş halkaları gibi...
her biri bir tavafın eseri...
geceyle gündüz gibi...
çokluk şuurundan tekillik şuuruna eremeden:
"uçan uçurumlarda"yım sanki...

Şubat 16, 2009

kesi

parçalı bulutluluk güneşe izin veriyor bazen, süzülmek için ara kaçamaklardan...
bazen öylesine büyük bir aralıktan sızıp, gözümün olay ufkunu öyle bir dolduruyorlar ki bu huzmeler,
sanıyorum güneş karşımdaki balkona konmuş...
dünya ışıktan seçilmez olmuş...
huzmeler demet halinde elimde birikiyormuş gibi hissediyorum...ve sanki avcumun içindeki ışık anaforuna kaçan bakışlarım,
cennete varacak sanıyorum...

san...kur...düş...

ama "parçalılık" riskli bişey...
çok eşli göksellik mi denir adına: ne istediğini bilmeyen bulutlar: her hava kütlesine boncuk dağıtıyorlar...
parçalanan bu pamuk yığınları bazen çil yavruluklarından üşüyüp toparlaşıveriyorlar...işte o vakit karanlık kışın geçmesini bekleyen kutup penguenlerinin sabrına ihtiyaç duyuyorum...

hayra yormak gerek...ne de olsa,
mevsim: nadas...

Ocak 26, 2009

ifra

zihinsel med cezirler,
kodlanmış gerçekleri bir yüzeye çıkarıp, bir denize boğarken ben işte
ben
hep o deniz yüzeyine en yakıcada;
ne dokunabilen;
ne denizin kendi;
ne baş dönmesi; ne bulantı;
ne de yüzeye çıkıp kaybolan bir küçük çakıl taşı kadar gerçek olamamış ben...
ne alçakta ne yüksekte...
arafların saygın elemanı ben...

hayali hep sevdim diye bu kadar itilmeli miydim,
durağanlık diledim diye hep gel-gitlere mi mahkum edildim,
gözüm kadar gerçek dediğim neden hep silip silip tekrar yazıyor kendini?
yok işte bu gerçek...
duvar gibi gerçek!...

hayal kusmaktan yoruldu zihnim,
dönen yansıyan ekolanan beni yörünge bellemiş kancalardan koparıp alsan beni...
bilmemenin kıyılarında yıkansa zihnim,
beni sorulara gark eden her şey eriyip köpük olsalar o denizde,
bilmemeler cenneti olsa içimde, şu cennetlikler cehennemi yerine...

pus

ses kısık...
ruh
kesik...
söz yolundan sapmış, anlatamamaların dolambacında salınır...
iç hazin,
dış ahkam,
ruhumun boşluklarına günahlarım doluşur...

belirsiz nefeslerimle: göz bebeklerimden kalp dokuyorum bu pusun içinde...
dokuduğuma değen, ilmek ilmek hisseden var mı...
sorduğum yer: farazi denklemler...
uyuşmanın ve anlamsızlığın orta yerinde kendini eylemeler...

oldurulamayan kırıklar,
beklentisizlikler,
olmayan eksen etrafında tavaflar: "yok halleri"ne göndermeler...

kırık bir bakış gibi içli içli duruyor ellerim,
ulaşamamanın sılasını iç edip
rengini kaybetmiş iki kuru dal gibi
yeşermek üzere gözlerimden alıyor besinini...

geceye emanet...

Ocak 17, 2009

sayıklama

kapıyı çalar ama biz hiç evde değiliz...
gönlünü emanet eder ama hep peşi sıra derinliksiz bir ihanet...
nefsani mi feleki mi bu yorgunluk,
ses veren gizemler...

sessizliğe alışkınlıktayken, yolların sesi: duyulan tek şey:
yalnızlıktan başka bir yalnızlığa yolculuk...

sözler sessizlikler komutasında ilerlerken kaf dağına, orada toplaşıp masal olmak isterlerken bu sessiz diyarda, dilsiz elsiz ayaksız ama yürekliyken bu çığ, gürültüsünü iç ede ede ilerliyor göklerden ...
ne bir uyaran var ne bir işaret...
büyüyüp taşmaktayken, kelimeler anlamlarını kendi elleriyle gömmekteyken tek akış var: içten içe...
içi olana lisan, hal'den süzülür...
lisan-ı hali anlayan ancak çözebilir bu dili...

işte orada duruyor, tam da herkesin son anda fark edip kaçmak istediği yerde...
içsizlerin meramlarını anlatamadıkları yerde alemin kendisine göç ettiği bir yükseklikte selamlıyor kaf'a inen sessiz çığı...
göğsünü sonuna kadar açmış, duruyor...çığ olup çağlamak, çığlıklarla ağlamak için...
dünya gerisin geri dönerken inadına göğüslüyor bu yıdız çığını...

anlayamıyor: alem neden kaçar da gider tüm hayat burdayken? diye diye gülümsüyor gözyaşlarıyla... inanıp kendini sıyırmaya başlıyor kendinden...ruhunu gönlünü usul usul çıkarıp saydam bir düzlem gibi, sonsuz bir kucak gibi asılı kalıyor öylece...
eksik bişey var gidişte...zamanı birileri geriye mi sarmaya başladı tanrım? çepeçevre kuşatılıp içsizlerin merkezinde kalmak da ne?

bütünlüğün olmaması en kati kesinlik...
parça parça her uzay kesitinde bir yansıma... içeriğinde olunulan, geçmişten: belki varoluştan beri biriktirilen ve zamanı geldiğinde hiçi hiçine ötelenen, boşalmış hacimler: insanlar...
boşluklar peşinde sürünmekten bu hale gelmiş zihin parçaları...her alaycı hayalin peşinden koşan ve yorulmayan ve her biri kendi hayaliyle müsemma karakterler...kendini bitirişin galası gibi..

bu parçalanıştan beri dağınıklığa gark oluş kader...
ama işte istediği o değil...
o orada çünkü istemiyor boşunalıkları, keyfiyet edepsizliğini...
yıldızlarını istiyor siz çürütmeden,
eritip mahvetmeden varlığını...
zamanı durduran boşluklarınızı öteleyerek,
iteleyerek suni varlıklarınızı...
yıldızlarını istiyor...
sizin duymadıklarınızı...

Blog Listem

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
bu bâb toprak ahvâlini beyan eder/ki tabiatı soğuk ve kurudur...