Eylül 27, 2009

yarım yollar

ya da kendi kendini yolda bırakmalar...
ki her şey "öldürülmeye gösterilen gönüllülük"le başladı...
ruhun her uzantısı, sünen her parçası kesilip "kayıplar listesi"ne derkenarlık yaptı,
yanlış metodlarla katledilirken...
öylesine...
insan kendi sebebine varamazken,
ve hep yarım yollarda yarım yarım soluklanırken
her cinayete bir sebep bulunurdu...
tam, eksiksiz mükellef bir sebep:
hayatsızlık...

kavgadan kaçarken
kaçarken kavgalardan tıkanan
kulaklar değildi...
hayatın sızacağı çatlaklar
delikler
aralıklar
itinayla tıkandı uzun parmaklarla...

hep "bir yol" yapmaya çalıştıkça hayat
yarı yolda kaldı...
zırh delinemedi
zırh sapasağlamdı...

hayat içeri giremedi ama kelimeler içerde yankılandı...
habis kelimeler ve şifa kelimeleri her gece dizildi yıldızların koynuna...
parlaklıklarına göre kıyas edilip habisler ayıklandı kendi sathına...

yıldızların ışığından başka bi referans kalmamışken, tek ayrım böyle oluyordu...
yarı yolda kalmanın yorgunluğu...kelimelerin iliklerine işliyordu...
bu çaresizliğe çare varsa da gelmiyordu...
zira uzun parmaklarıyla tıkamıştı her geçişi...
yolları tamama erdirmiyordu...
kaçtıkça koynuna düşülen düzeni
emr-i vakilerin şahıyla sözleşmiş çekirge sürüsü gibi arsız
tecavüz ediyordu...
aç...
kemirgen...

kemirip uzun parmakları
hayatın sızmayı başaramadığı her yere sızıyordu
izin istemeden!

ses anne naifliğinden uzaklaşırken, susarken...
kabasabaöylesine moleküllerini solurken, ciğerlerim donuyordu...
donuk solukların son duasıysa :
çekilse gölgeler
bi sis çökse en beyazından
hiçbir şeyi görmeden öylece donmuş zihin parçası ve sessizlikle...
yarım olan her şey kapansa da
tamı tamına bir sis çökse iç'in ortasına...
nefesi kesercesine bir sis,
hiçliğin ortasına...

Eylül 07, 2009

kusmuk

bir yokmuş, bir yokmuş...
boşluğa dalan gözler
yeni boşluklar oymuş....
yeni boşluklarla daha da büyümüş habis huzursuzluklar...
sinsice...
hissettirmeden...

düşüş...düşüş...
ve dahi düşünüş!
ne düşüşmüş bu ya rab!
ötelerden berilere uzanıp saç diplerimden çekiyor beni!
sinsice yaklaşıp
dibine kadar hissettirerek...

allah'ım...
kelimesizlikten yandım...
alev'imi duman'ımı is'imi ağıdım yaptım,
duama kattım...
yıldızlara ellerimin çarptığı zamanlardan kalma pırıltıları
gözyaşım sandım,
senelerdir sen sanıp,
sensizliğime tapındım...

yaprak kıpırdamaz,
güneşi boyamışlar ama kapkara hala...
hep aynı yerde asılı,
göğün katmanlarını bile aşındırmazken....
her gün birbirini kopyalarken...
her gün hafızasını yitiren insanlara
biriktirmenin cehennemini anlatamazken...

her günü farklı sanan aynılar...

dillerin altında bambaşka diller!...

ve dahi kalplerinin altında bambaşka kalpler...

ne kimse sahici
ne kendi gibiyken...

aldanma ve avuntular
düşler ve rüyalar
kurtaramazken...

kusmak istiyorum...

kanmaları
kanamaları....
birikmiş kirlenmişlikleri....

kusarken ve
küçülürken ben,
yani zaman geriye sararken
ta ki dilsiz bir insan yavrusuna dönüşene kadar
kusarken...
kalp pıhtılarını ve insanları...
kova kova beyin ve akıl...
şehirleri kusarak....
zindan ve dahi cennet olanları...
ülkeleri kusarak,
meridyenleri ve paralelleri boğazıma takılmalarına rağmen...
kusarak şu dünyayı..
belki rahatlarım...
/
allah'ım...
aldanışlara açılan ellerimi sen al...
yoksa ellerimi de kusacağım...

titreyen




















titrek aynalar...
etraf titriyor...
yer ve gök..
gözüm yok...
o yüzden ancak aynalarla...
korkutucu değil mi?
ve baş döndürücü...
kusacak kadar dönüyor başın değil mi?
her zamanki hal...

sarsılan yollar...
kaypak insanların kaypak zeminleri...
her gün tapındıkları dünya düzeni ve onun titreyen nağmeleri...
ne kadar yorucu değil mi...
her zamanki hal...

burnum sızlıyor üstelik...
gözyaşları çıkamadığı için
olmayan gözümün, yaşları...
titretiyor burnumun kemiğini ve
her an her saniye bu kıyamet halinin şavkı vuruyor
gözümden kalan boşluğa...
rutinlikte sallanırken üstelik bu manzara,
ne kadar da tuhaf...
cümle alem kendi podyumunda teşhirdeyken
denizin üstünde koştuğumu sanamadığım zamanlarda
hep burnum sızlıyor...
alem titriyor...

mesleğimi sorarlardı
"deniz koşucusu" derdim,
halbuki duymazdım kıyamet meleklerinin arkamdan
"zavallı aldanış avunucusu" dediklerini...
bazen yoldaş görünümlü haramiler çıkardı yoluma,
katık olurlardı ekmeğime
can olurlardı canıma
gün gelir de zehirlerini bırakıp arkalarında
canımdan, verdiklerinden kat be kat fazlasını çalarak,
kopararak,
kanatarak,
uçuverirlerdi...
savrularak...
en çok da anlamayarak...

anlamlandırılamamak
canımdan kopmalardan kanamak
o kadar alışkanlığımda oldu ki
daha ne kadar kanayabilirim deyip de ölmediğim günlerden bir gün
ölmüştüm işte....
ölmüştüm de bilememiştim...

küçük kıyamet melekleri:
"her ölüm aslında kıyamet ya,
işte bu titreyen aynalar,
günahların ağırlığından sarsılır da katlar sarsıntıları,
dürülen yerler ve gökler geçer aynalardan..."

ama bunlar hep gördüğüm aynalar...

küçük kıyamet melekleri:
"her ölüm aslında kıyamet ya,
işte bu sarsılan yollar,
boşunalıklara gidenlere gittiklerini belletmek içindir..."

ama bunlar hep yürüdüğüm yollar...

/

madem hal böyleydi,
madem her yaşayışım aslında ölüşü beraberinde sürükledi,
madem hep bitmek üzreydi başlangıçlar
isimleri neden başlamak oldu...
hiçliğe gidecekti madem bir iz bir söz bırakmadan
isimler neden başladı hiç bilinmeyen dimağlarda...
bir iç çekiş sarsıntısında yaşamaktı madem olan,
bu sarsıntıya sarsıntılarını ekleyen haramiler neden vardı...

madem bitişlerde konuşan sadece göz yaşlarıydı,
olmayan gözüm niye olamadı...
dilim niye vardı...

Blog Listem

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
bu bâb toprak ahvâlini beyan eder/ki tabiatı soğuk ve kurudur...